(78) NOLU SAYFA, ARTIK ISLAKTI VE O; HEP ÖYLE KALACAKTI…

  Oturdukları, tek göz odanın penceresinden dışarı baktı bir an… Bitişikteki evin, beyaz badanalı arka duvarıydı ilk gördüğü…Sonra, bakışlarını biraz daha yukarılara çevirdi… Bu kez, evin bacasıydı karşısındaki… Orada durdu… Uzun uzunn ona baktı… Kendince, bu bacanın ve başka evlerinkinin neden hep böyle yapılmış olduklarını düşündü… Onun yanıtını bulmaya çalıştı aklı sıra… Çocukluk işte… Sonra, vazgeçti bunları düşünmekten… Bu kez, biraz sağa doğru çevirdi başını… Çardaktaki asmanın, çoktan sararmaya ve dökülmeye yüz tutmuş yapraklarına bakmaya başladı:

    ”Zaman, ne denli hızlı akıp gidiyor Tanrım.” dedi içinden… Daha bir ay önce, bu asma, bu yapraklar ve o dalları nasıl da canlıydılar? Göz okşayan o güzellikleri, şimdi nereye gitmişlerdi… Sahi, ne olmuştu onlara? Sonra, dallar arasında sarkan, toplanmadığı için yaz sıcağının kavurduğu ve iyice kuruttuğu o üzüm salkımlarını gördü:

   ”Niye bunları, yine çardakta bıraktılar ki bu yıl?” diye üzüldü… Canı yandı üzüm salkımlarına…

                 Önce üzüm salkımlarına, sonra da sararan yapraklara…

                 Dışarıda, hafiften bir rüzgâr vardı… Asmanın yaprakları ve ince dallar öyle söylüyordu çünkü… Sarkan kimi dallardaki o, ha düştü ha düşecek, iyice kurumuş, kurumaya yüz tutmuş o sarı yeşil alacalı bulacalı yapraklar, kendilerince kıpır kıpırdılar... Oyun mu oynuyorlardı yoksa onlar kendi aralarında? Asmaların sürdürdüğü, bir çeşit oyun da olabilirdi bu belki bizim binlerce yıldır bilmediğimiz… Kim bilir… Belki de, kendi aralarında gülüşüp şakalaşıyorlardı yapraklar… Neden olmasın ki?

                 Sonra, yeniden bacaya çevirdi bakışlarını… Ona, bir süre daha baktı…  Şöyle, beş on saniye daha… Baktı, baktı, baktı… Bu kez, boş gözlerle bakmaya başlamıştı ona… Tam, başını önüne çevirecekti ki,  çardaktan bir yaprağın koparak yere düştüğünü fark etti:

                ”Yoksa o düşen, bir yaprak değil de başka bir şey miydi?” diye aklından geçirdi bir an… Başka ne olabilirdi ki?

                “O, muhakkak bir yapraktır” dedi yine içinden… Gülerek… O, sahiden de bir yapraktı… Kurumuş ve sararmış bir yapraktı o…

                 Mevsim, artık sonbahardı… Kimileri, hani hazan mevsimi de diyorlardı ya ona…

                 Sahi, niye hazan mevsimi diyorlardı ki? Dosdoğru, sonbahar denilse ve hep öyle kalsa olmaz mıydı onun adı?

                O, tam bunları düşünürken, birden, henüz yeni açılmış bir radyonun sesi gelmeye başlamıştı uzak bir evden… Derinden gelen bir sesti bu… Bir şarkıydı… Çok şaşırdı… Bir uykudan uyanır gibiydi sanki… Tesadüfün böylesi de olamazdı… Ama olmuştu işte… Nasıl şaşılmazdı ki bütün bu olanlara? Mevsim, sonbahardı… Dışarıda da, hafiften esen bir rüzgâr… Ve sonra, sararan, rüzgârla birlikte bir bir yere düşmeye başlamış yapraklar… Şarkıyla, nasıl da örtüşüyordu her şey?

                 ”Aman tanrım, olamaz böyle bir şey!” dedi içinden…

                 Bir hanım okuyucu söylüyordu şarkıyı... O denli duyarak da okuyordu ki? Şimdi o, artık bütün dikkatini sadece bu şarkıya vermişti... Ve onun, o duygu yüklü sözlerine:

                “Yine, hazan mevsimi geldi…”

                “Yine yapraklar, rüzgârların peşi sıra gidecek… Peşi sıra gidecek.”.

                “Yine, deli gönlüm, yine bu mevsimde, hicranını yalnız başına çekecek…”

                “Hicranını, yalnız çekecek…”

                Bu, onun çok sevdiği bir şarkıydı… Bir “Şekip Ayhan Özışık”  bestesiydi…

               Bir an dalıp gitti… Taaa uzaklara… Hem de, çok uzaklara…  Uçsuz bucaksız denir ya hani?

               Gözleri buğulanır gibi oldu birden… Ağlayacak mıydı ne? O, aklına gelmişti yine…

               Onu düşündü… Onu, hiç unutamıyordu… İstese de, bir türlü unutamıyordu ki? Sonra, göz pınarlarında, ansızın beliriveren iki damla yaş, deminden beri elinde tuttuğu kitabın sahifeleri arasına çoktann düşmüştü bile… Nemli gözleriyle, onlara şöyle bir baktı… Baktı…

              (78) No.lu sayfa, şimdi artık ıpıslaktı… Ve o, kuruyup gitse bile… Hep, öyle kalacaktı…

                                                                                                   23.09.2009 Muğla, Ünal Türköz

# YAZARIN DİĞER YAZILARI

Yazar Ünal Türköz - Mesaj Gönder


göndermek için kutuyu işaretleyin

Yorum yazarak Haber Milas Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Haber Milas hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Haber Milas editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Haber Milas değil haberi geçen ajanstır.



Anket Türk Kahvenizi nasıl içersiniz?
Tüm anketler